MAYIS 2017 239
getirir. Fotoğraf makinesinin
icadı bunun içindir,” der. Ve kendi
fotoğraf yolculuğunda da hep bu
amaçla basar deklanşöre. Onun
fotoğrafları yan yana geldiğinde
bir şehir, bir toplum ve bir dünya
kurulur sanki. Her bir fotoğraf
bu şehirden, bu toplumdan, bu
dünyadan geçip gitmiş hikâyelerin
hatırasını getirir bize. Bu nedenle
kendisinin şu cümlelerine hak
vermemek imkânsız: "İstanbul
fotoğraflarım olmasa, o eski
günler, bugün unutulmuş
olacaktı... Eski Şehir'den bir
şey kalmadı. Şehrin estetiği
değişti. Uygarlık ileriye gidiyor
ama insanlar güzellik anlayışını
kaybetti."
Yarım asır boyunca İstanbul’u
fotoğraflayan Ara Güler,
zannediyorum ki çok uzun bir
süre önce İstanbul’u fotoğraflamayı
bıraktı, ya da ben onun günümüz
İstanbul fotoğraflarına denk
gelmedim hiç. “İstanbul’da benim
için çekilecek bir şey kalmadı,”
sözü, fotoğrafçının özlemle andığı
eski İstanbul’un yerini alan ve
eskisine pek de benzemeyen ‘yeni
İstanbul’u kabullenememesinin de
bir ifadesiydi aynı zamanda.
Usta fotoğrafçı yeni İstanbul’u
nasıl gördüğünü böyle
tanımladıktan sonra asıl
konuya geliyor: “Artık ne zaman
İstanbul’da fotoğraf çekmeye
çıksam, böyle sokaklardan
geçiyorum. Oysa benim için
fotoğraf çekmek, içimde
hissettiğim dünyayı çekmektir.
Belki de yeniden fotoğraf
çekebilmek için ‘estetiksizliğin
estetiğini’ keşfetmem gerekli.
Onun adı da İstanbul olmaz, başka
bir şey olur.”
İstanbul zamana daha ne kadar ve
nasıl direnecek bilemiyoruz, içinde
bulunduğumuzdan günlerden
geriye hangi fotoğrafların
kalacağını da. Ancak kesin olan
bir şey var ki o da ustanın "limana
dönen Kumkapı balıkçıları", "Haliç
sandalcıları", "Galata rıhtımında
ayrılık", "arabalar arasında sıkışmış
bir hamal", "yağ iskelesinde iş
bekleyenler " ve daha pek çok
fotoğrafı ne zaman bir yerlerde
gözümüze ilişecek olsa, o kareye
takılıp düşünmeden yolumuza
devam edemeyeceğimiz ve bir
zamanların İstanbul’unu hep çok
özleyeceğimiz…
sığdırabildi, varsa bunun bir sırrı,
bilmek isterdim gerçekten. Sırrına
vakıf değiliz ama Ara Usta, bir
fotoğrafçıda bulunması lazım gelen
şeylerin altını çizmişti pek çok
kez. “Fotoğrafçı çok dolu olmalı,”
demiş ve fotoğrafçı adaylarına
şu zorunlu kriterleri getirmişti:
“Resim, müzik bilecek, tiyatrodan
anlayacak, çok okuyacak, anında
karar verebilecek, yani çok zeki
olacak. Zevkleri çok gelişmiş
olacak, kültürlü olacak. Bunlar
varsa fotoğrafçı olur.” “Fotoğraf
sanatçısı” olarak anılmaktan
hoşlanmayan ve kendini hep
“foto-muhabiri” olarak gören Ara
Güler’in fotoğraflarını benzersiz
kılan şey de kuşkusuz ki onun sıkı
bir entelektüel olmasıdır. Dönemin
edebiyatçı ve sanatçılarının,
babasının yakın arkadaşı olması,
küçük yaşlardan itibaren aile dostu
Muhsin Ertuğrul’dan oyunculuk
dersleri alması, Ara Güler’in
bu birikime sahip olmasını
sağlamıştır.
Peki neden kendisini hep foto-
muhabiri olarak görür diyecek
olursanız, ona da bir yanıtı var
ustanın: “20 yüzyılın tarihçileri
foto muhabirleridir. Fotoğraf icat
edildiğinden bu yana tarihi foto
muhabirleri yazıyor. Örneğin,
Vietnam Savaşı sırasında tarihe
tanıklık ederken yaşamını yitiren
98 gazeteciden 96’sı foto muhabiri,
ikisi yazardı. Diğer yazarlar,
evlerinde, işyerlerinde rahat
koltuklarında oturmaktaydı. Biz,
foto muhabirleri yaşadığımız çağın
tarihi anlarını ölümsüzleştiriyoruz.
Bu anları saptayıp gelecek kuşaklara
bırakıyoruz. Düşünün bir, Anadolu
Harekâtı esnasında kimsenin
aklına fotoğraf ya da film çekmek
gelmemiş. Kimse bu işin öneminin
farkına varamamış. Bugün de
Türkiye’de, Türk basınında fazla
değişen bir şey yok.”
“BİR ARŞİV, BİR DÜNYAYI
GETİRİR”
Ara Usta, “Fotoğraf bir alettir,
makinedir. Onunla hayatı
yakalarsın. Bir arşiv bir dünyayı
“İnsan hayatında 100
fotoğraf çekse, çok
büyük fotoğrafçı
sayılmalıdır. Bir
fotoğrafçıdan geriye 100
fotoğraf kalması, çok
büyük bir şeydir. Bir
romancı için de böyledir.
Hugo’dan geriye ne
kalmıştır?